GüncelMakale

Delal Zoe | İki her zaman göründüğü gibi iki midir? (2)

"İkili cinsiyeti ve onun rollerini temelden sarsan gerçekliğe yaklaşımlar değişmek zorunda"

İkili cinsiyet algısının oturmasının iktisadi yaşamdaki değişimle ilişkisinden kısaca bahsetmiştik. Hayatın geneline yansıyan bu değişim, haliyle sanata ve bilime de yansımıştır.

Bugün sanat anlayışları incelendiğinde heteroseksist binary anlayışlara başkaldıran çeşitli sanatçılar olsa da egemen anlayışın toplumsal şekillenişten farklı olmadığı anlaşılır. Modern müzikten halk türkülerine kadar ortaya çıkarılan eserleri inceleyelim mesela.

Bu eserlerin neredeyse tamamının kadın ve erkek ilişkilerine dayandığı görülecektir. Ya da edebiyat eserleri incelendiğinde devrimci bir propaganda aracı olarak dahi ortaya konulan eserlerin büyük oranda heteroseksist ve ikili cinsiyet algısına dayalı olduğu, olmayanlarına ise genellikle yaşama fırsatı verilmediği ortadadır. Toplumun şekilleniş gerçekliğinden bağımsız değildir yani. Sinemanın gelişmesiyle durum bir nebze olsa da değişmiş gibi görünür ancak ortaya çıkan eserler sadece muhalif propaganda eserleri olarak kalmıştır.

Geçtiğimiz yüzyıl içerisinde ikili cinsiyet sistemine uymayanların birbirinden daha haberdar ve örgütlü hale gelmesiyle çeşitli eserler ortaya konmuştu. Bu eserlerin bir kısmı sanatsal değer taşırken diğer bir kısmı politik-ideolojik birer mihenk taşına dönüştü. Monique Wittig 1979’da yazdığı “Straight Düşünce” isimli eserinde iktisadi yaşamda oluşan değişimle şekillenen ikili cinsiyet algısını ve onun dayattığı toplumsal rolleri irdelemiştir.

Bu irdeleme sonucunda “lezbiyenler kadın değildir” demiştir. Kadınlığın ancak erkeklikle ilişkisi içinde heteroseksüel bir düşünce sistemi ve ekonomi çerçevesiyle anlamlı olduğunu vurgulamıştır. Leslie Feinberg ise lezbiyen kültürünün mihenk taşlarından olan “Sevici Türküsü, Bir Sevicinin Romanı” adlı eserinde Jess adında işçi sınıfından bir butchun hikayesini, onun toplumsal kimliğiyle olan karmaşık ve değişen ilişkisini anlatmaktadır. Bu kitapta erkeklik ve kadınlığa dair toplumsal normları ve sınırlamaları temelinden sorgulamıştır.

Erkeklik ve kadınlık yalnızca “biyolojik” bir varoluş değil aynı zamanda toplumsal rolleri olan kavramlardır. Zaten buradan bakılmadığında da tam anlamı ile anlaşılamazlar.

İşte bahsettiğimiz bu roller yukarıda da belirttiğimiz gerek “doğal olarak” görmezden gelinemeyecek ikili cinsiyet dışı davranışlar gereği, gerekse de politik ve ideolojik anlamda örgütlenerek bilinçli bir biçimde direnç gösteren ve sistemin temeline yönelen bir öfkeyle sarsılmaya başlamıştır. Bu sarsıcı güç dönem dönem etkisiz, dönem dönem de oldukça etkili biçimde ortaya çıkmıştır.

Bugünlerde her devrimci ve demokratın özlemle hatırladığı Gezi Direnişi, öncesi ve sonrasında coğrafyamızın birçok yerinde bu sarsıcılığa şahit olduk. Gezi İsyanı sırasında “rüştünü ispatlayan” bu sarsıcı güç, bazı devrimci ve demokratların artık kaçamayacağı bir gerçeklikti. Emperyalist-kapitalist sistem için de bu gerçeklikten kaçamayacağını anladığı anda benzer sonuçlara sebep olmuştu. İkili cinsiyeti ve onun rollerini temelden sarsan bu gerçekliğe yaklaşımlar haliyle değişmek zorunda kaldı, kalıyor ve kalacak.

Ancak bu nasıl bir değişim?

Örneğin yazının daha ilk başında bahsettiğimiz “ikili cinsiyet algısına uymayanları kutsallaştırarak/fetişleştirerek nesneleştiren” bir yaklaşım ortaya çıktı. Bu nesneleştirme halinin ikili cinsiyet algısına uymayanlara da çeşitli roller biçtiğini, bu rollerle aslında yine kendi ikili cinsiyet sisteminin iktidarını koruduğunu bir kez daha ilan edebiliriz.

Saflarımızdaki Nesneleştirme

Bu ilanın ardından yine yazının başında bahsettiğimiz bu “dost yüzlü, dost gülücüklü” anlayışın yıkıcı etkilerine bakmak gerekiyor. Bu nesneleştirme hali esasta özel mülkiyetli sistemin sözde “farklı olanı önemseme” mantığıyla aynı yere tekabül eder.

Bu “önemseme” hali şu şekilde karşımıza çıkar; savaşla politik ve pratik ilişkilenmeniz doğrultusunda “savaşın erkekçe bir şey” olduğu demagojisi yapılır. Feminen olanın “barış istemek” olduğu vurgulanır. Oysa “barış istemek” ne demektir? Sınıflı toplumların yıkılabilmesi için “silahın zoruna” başvurmak ne demektir? Bunları birbirinden iyi ayırt etmek gerekir. Barış denildiğinde aklımıza “haydi silahları bırakalım ortalık güllük gülistanlık olsun” geliyorsa barış anlayışımızda bir sorun var demektir.

Non-binary kişilerin yani ikili cinsiyet algısına uymayanların “renkli”, “barış yanlısı”, “sevimli”, “farklı” olduğunu iddia etmek barışın kendisini de manipüle etmektir. Barış ancak gerçek adalet sağlandığında, yani ezilen cinsler açısından iktidar ele alınıp ellerimizde paramparça edildiğinde gerçek olacaktır.

Toplumsal bu dönüşüm gerçekleşmeden barıştan söz edilemez. Silahları bırakmaktan söz edilemez. Ancak silaha daha fazla sarılmaktan ve heteroseksist ikili cinsiyet algısına dayalı bu sistemin kalelerine, özel mülkiyete daha etkili vurulmaktan söz edilebilir.

Her günün ölümle yaşam arasında, açlıkla tokluk arasında kıran kırana bir savaşla geçtiği sınıflı toplumlarda silaha ilgi duymak kuirliğimizi bozar mı? Yoksa, heteroseksist ve ikili cinsiyet algısına dayalı bu sınıflı özel mülkiyet sistemini temellerinden sarsacak bir davayı güçlendirmek anlamına mı gelir? Öğretilmiş erkeklik gibi öğretilmiş kadınlık ya da kuirlik de bu açıdan oldukça tehlikelidir.

Örneğin silaha ve savaşa olan ilgisi artan bir kuiri –ki kuir politikayı halk savaşından bağımsız düşünmek ve düşündürtmeye çalışmak korkunç düzeyde heteroseksizme hizmettir– erkekleşmekle itham etmek savaşın ancak erkek işi olduğunu iddia ve kabul eden erkeklerden farklı düşünmemektir.

Kadınlığını ve/veya cinsiyetsizliğini erkek egemen bir algı üzerinden inşa eden bir anlayış zaten sonunda biraz önce bahsettiğimiz dost yüzlü dost gülücüklü anlayışa dönüşecek, bizleri “farklılığımızı tanımak” adına fetişleştirerek birer nesne haline getirecektir. Bu da bizim “hadi burada da bir gey olsun”, “şu haberde de sadece lezbiyenlere yer verelim”, “şurada bir de kuir olsun” şeklinde “vitrini süsleyen bir nesne” olmaktan öteye geçemememiz anlamına gelecektir.

Marksizm; bu farklılığın fetişleştirilmesine karşı, sermayenin kamusal ve özelleşmiş olanı güçlü şekilde farklılaştırması, özel mülkün doğallaştırılmasına dayanmasının yanı sıra aralarında toplumsal cinsiyet temelli iş bölümünün de bulunduğu (buna cinsel performanslar da dahil) toplumsal emeğin sürekli farklılaştırılmasından da ayrı tutulamayacağının bilincini açığa çıkararak iyi bir cevap olmaktadır aslında. Dolayısıyla sermaye, zorunlu kılındığımız toplumsal ayrışmanın sistematik ve küresel kaynağı olduğu vurgusunu yaparak bu kaynağın yarattığı sözde farklılığın yerine aynılığı vurgular.

Bu aynılık işçi sınıfı ve yoksulların bir avuç zengin tarafından sömürüldüğü, cinsiyet performanslarımız dahil bütün hayatımızın tek tipleştirildiği gerçeğidir. Yine zenginlerin kendi iktidarlarının kölesi oldukları aynılığıdır. Zenginler gibi erkekliğine sıkı sıkıya bağlı olanların, mikro da olsa iktidarını çok sevenlerin de bu köleliğin bir parçası olduğu gerçeğine ışık tutar. Vurguladığı bu aynılık durumu özel mülkiyetli sistemin yarattığı sözde farklılığın, kişilerin kişilik özelliklerinin fetişleştirilmesine temelden karşı çıkar.

Yani karşı olduğu şey “gerçek farklılıklarımız” diyebileceğimiz özgünlüklerimiz değil özel mülkiyetçiliğin, iktidar aşıklığının yarattığı farklılaştırma yani ötekileştirmedir. Bizi kolektif bir yaşamdan uzaklaştıracak nesneleştirmedir. Bu özü iyi anlamayan, esasta kendi özüne dokunmadan nesneleştirilen illüzyon kimliklere sarılanlar asla gerçek anlamda özgürlüğün savunucuları olamayacakları gibi ilk fırsatta yarattıkları mikro iktidarların da kölesi olmaktadırlar.

Nitekim 2019 yazında patlak veren trans dışlayıcı radikal feministler (TERF) tartışmasında bunu çok net gördük. Yine daha önceki sosyalist devrim denemelerinde geri dönüşlerin nasıl yaşandığı her yönüyle iyi bir biçimde incelenirse bunların basit birer “ihanet” olmadığı, öze müdahalenin komünist partiler içerisinde yetersiz olmasından kaynaklandığı görülecektir.

Bu gerçeklikle, parçası olduğumuz mücadelede, konuşmalarda ya unutulan ya da ismimiz geçsin diye anılan birer nesne olarak her gün yaşıyoruz. Sistemle mücadelenin her yönlü olması gerektiği gerçeğinin içselleştirilmemesinin, mikro iktidarlarımızın elimizden alınmasının korkusuyla ortaya çıkıyor bunlar. Bir kuirin savaş hakkında yazmasından rahatsız olup onu sadece “kendi kumunda oynamaya” iten anlayışlarda ortaya çıkıyor.

Oysa Engels’in de belirttiği gibi; “özgürlük doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir bağımsızlıkta değil ama bu yasaların belirli gayeler için yöntemli bir biçimde kullanılma olanağındadır.”

Bu gayelere özünde bağlı olmak, kendini sistemin verdiğiyle sınırlandıran değil; verili erkekliği, kadınlığı ya da LGBTİ+ olma halini kabulde değil; bunları anlayıp alt üst etme gerçeğinde yatar. Özgürlük düşünün -sanki biri diğerinden bağımsızmış gibi- sadece sınıfların, sadece iktidarın, sadece milliyetlerin, sadece erkekliğin ortadan kalkmasıyla mümkün olduğu yanılgısına düşmek, idealist Hegel’in bile gerisine düşmektir. Zorunluluğu dahi kavrayamamaktır.

Bu durumun değişimi, bir tek grubun değil bir bütün dünyanın “iyiliğini” samimiyetle istediğimiz ve birbirimizin varlığını tereddütsüz biçimde, kalpten tanıdığımızda mümkündür. Bu kavrayamama halini yıkıp anlamanın da ötesine geçerek; “çetin ama şanlı mücadele günlerinin” bütün “varlığımızla” parçası olmamız gerekmektedir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu